Bulutlar, iyi ki varlar. Önümde dün baktığım ekranların aynısı, karşımda dünkünün aynısı müdür, solumda dünkünün aynısı sekreter. Akşam oluyor, dişlerim birbirine kenetlenmiş, beynimde morfin yemiş gibi bir uyuşukluk, patlak bakışlarla servisteki yerime oturuyorum. Biraz uyuyabilsem... Servisin dolmasını beklerken kapıdan çıkan kızlara bakıyorum. Ne güzeller... Şoför kontağı çeviriyor, birikmiş dumanını egzozdan tükürüp rahat bir nefes almış gibi çalışmaya başlıyor dizel motor. Pencereye kafamı yaslayıp yine dünkünün aynısı olan elektrik direklerinin arkada kalışlarını izlerken gözümü yukarı dikip bulutlara bakıyorum, bir lütufmuşçasına her gün farklı şekiller alıp çıkıyorlar karşıma. Bulutlar, iyi ki varlar.
Gelmedi peşimden. Bugünlük benimle işi bitmiş gibi. Hayvan desem hayvan değil, topak halinde bir çamur yığını biçiminde, bir salyangoz misali, haki yeşili kahverengi karışımı sıvılarını geçtiği yerlerde bırakarak sürünüyor. Balçık tümseklerinin şekilsiz kıldığı kocaman yüzünde, aslında yüzü var da denemez ama, dev gibi bir ağzı var. Gözleri yok, herhangi bir başka uzvu da. Ne oldu da görebilmeye başladım onu hatırlamıyorum. Artık çevremde olduğunu neredeyse her zaman hissedebildiğim bu varlık, bana yoldaşlık mı ediyor, yoksa izimi süren bir avcı mı, bilmiyorum.
Düşüncelerimden sıyrıldığımda şehir içine geldiğimizi fark ediyorum. Trafiğe dalmışız. Hava kararmış, yavru agzı ışıklarla aydınlanmaya başlamış cadde. Montumu giyip şemsiyemi elime alıyorum ve araç durunca iniyorum. Yağmur biraz yağıp dinmiş olsa gerek, ıslak yollardan geçen arabaların lastikleri hışırtılar çıkarıyor. Araba farları ve farların su birikintileri üzerindeki yansımaları, uyuklamış gözlerimi rahatsız ediyor.
Karşıdan Yankafa geliyor. Yankafa her akşam servisten inip eve yürürken apartman girişinin yakınlarında gelip ayaklarıma dolanarak beni karşılayan tekir kedi. Ona belki aldığı bir darbeden, belki de rahatsız eden tasmasından olsa gerek, hafif yan duran kafasından dolayı Yankafa adını verdim. Hayvanın başını okşayıp, birinci kattaki evime çıkıyorum. Ah şu Yankafa da olmasa... Bir o, bir de Ayrıkbacak. Sanırım hayvanlara isim verme konusunda pek yaratıcı değilim. Ayrıkbacak, geceleri kafesinin köşesinde bacaklarını ayırıp, bir bacağı bir telde, bir bacağı öbür telde asılı şekilde uyumaktan hoşlanan muhabbet kuşumun adı. Caddeye bakan penceredeki jaluzinin ipi onun sevgilisi. Ne zaman kafesinin kapağini açsam soluğu orada alıyor, etrafında uçuyor, ona kursağından yem çıkarıyor. Zaten genellikle kafesinin kapağını açık bırakıyorum. Var olma sebebi "yalnızlığımı gidermek", bana "iyi gelmek" olan bu kuşu bari kafesinde hapsetmeyeyim diye. İlaçlardan daha "iyi geldiğine" şüphe yok.
Evet, benim pek insan dostum yok. Ama bu, insanlardan nefret ettiğimden değil, neden nefret edecekmişim canım, daha neler! Onlar da yere yatırılıp karınlarının gıdıklanmasından hoşlansalardı kuşkusuz daha iyi geçiniyor olurduk. Kimi kandırıyorum ki, çok yalnızım. Bütün günü araba ve telefon markalarının birbirlerine üstünlüklerini tartışan, araba ve telefon markalarıyla ilgilenmediğim için benden içten içe rahatsız olan insanların arasında akşamın olmasını bekleyerek, buna daha ne kadar katlanabileceğimi hesaplayarak geçiriyorum.
Ayrıkbacak yine orada, jaluziye konmuş, kur yapmakla meşgul. Birden muhabbet kuşlarının o çirkin bağırma sesiyle ortalığı velveleye veriyor. Geçen sefer de böyle yapmıştı, Yankafa geldiğinde. Bizim Yankafa alt kattaki dükkanın tabelasına tırmanıp pencerenin önüne kadar gelmiş, gözleri Ayrıkbacak'a sabitlenmiş vaziyette, dişlerini takırdatarak kuşa niyetleniyordu. O her gün bacaklarıma sürtünen mırnav gitmiş, yerini pencerenin karşı tarafındaki mavi tüylü canlıyı o takırdattığı dişlerinin arasında boğduğunu hayal eden bir canavara bırakmıştı. Ona kızmadım, ne de olsa Afrika'daki akrabalarının ruhunu taşıyor. Nitekim ertesi gün yine yerlerde yuvarlanmaya başlamıştı. O günden beri yaramazlık yaptığı zaman "Bak seni Yankafa'ya veririm" diye tehdit ediyorum Ayrıkbacak'ı. Kalkıp pencereye, yanına gidiyorum, yine Yankafa geldi ona bağırıyor herhalde diye. Çamur yığını gelmiş. Pencerenin önünden bana bakıyor. Tıpkı Yankafa'nın Ayrıkbacak'a baktığı gibi. Onun karşısında acizliği iliklerime kadar hissediyorum. Gözleri olmadığını söylemiştim degil mi? Ama o anda onunla göz göze geldiğime yemin edebilirim.
Ertesi gün. Yine serviste pencere kenarındaki koltuğumda, arabalardan ve telefonlardan hoşlanan iş arkadaşlarımın yanına gidiyorum. Bugün hava bulutsuz. Çamur yığını minibüsün tam yanında, bizimle beraber aynı hızda yol alıyor. Rüzgardan etkilenmiyor gibi görünen yarı akışkan bedeni düne göre biraz daha büyümüş gibi. Anlıyorum ki bundan sonra beni asla yalnız bırakmayacak. Seninle bir alıp veremediğim yok balçıktan yaratık, şimdi var git, rahat bırak beni. Nasıl olsa günü geldiğinde karşılaşacağız.
Gelmedi peşimden. Bugünlük benimle işi bitmiş gibi. Hayvan desem hayvan değil, topak halinde bir çamur yığını biçiminde, bir salyangoz misali, haki yeşili kahverengi karışımı sıvılarını geçtiği yerlerde bırakarak sürünüyor. Balçık tümseklerinin şekilsiz kıldığı kocaman yüzünde, aslında yüzü var da denemez ama, dev gibi bir ağzı var. Gözleri yok, herhangi bir başka uzvu da. Ne oldu da görebilmeye başladım onu hatırlamıyorum. Artık çevremde olduğunu neredeyse her zaman hissedebildiğim bu varlık, bana yoldaşlık mı ediyor, yoksa izimi süren bir avcı mı, bilmiyorum.
Düşüncelerimden sıyrıldığımda şehir içine geldiğimizi fark ediyorum. Trafiğe dalmışız. Hava kararmış, yavru agzı ışıklarla aydınlanmaya başlamış cadde. Montumu giyip şemsiyemi elime alıyorum ve araç durunca iniyorum. Yağmur biraz yağıp dinmiş olsa gerek, ıslak yollardan geçen arabaların lastikleri hışırtılar çıkarıyor. Araba farları ve farların su birikintileri üzerindeki yansımaları, uyuklamış gözlerimi rahatsız ediyor.
Karşıdan Yankafa geliyor. Yankafa her akşam servisten inip eve yürürken apartman girişinin yakınlarında gelip ayaklarıma dolanarak beni karşılayan tekir kedi. Ona belki aldığı bir darbeden, belki de rahatsız eden tasmasından olsa gerek, hafif yan duran kafasından dolayı Yankafa adını verdim. Hayvanın başını okşayıp, birinci kattaki evime çıkıyorum. Ah şu Yankafa da olmasa... Bir o, bir de Ayrıkbacak. Sanırım hayvanlara isim verme konusunda pek yaratıcı değilim. Ayrıkbacak, geceleri kafesinin köşesinde bacaklarını ayırıp, bir bacağı bir telde, bir bacağı öbür telde asılı şekilde uyumaktan hoşlanan muhabbet kuşumun adı. Caddeye bakan penceredeki jaluzinin ipi onun sevgilisi. Ne zaman kafesinin kapağini açsam soluğu orada alıyor, etrafında uçuyor, ona kursağından yem çıkarıyor. Zaten genellikle kafesinin kapağını açık bırakıyorum. Var olma sebebi "yalnızlığımı gidermek", bana "iyi gelmek" olan bu kuşu bari kafesinde hapsetmeyeyim diye. İlaçlardan daha "iyi geldiğine" şüphe yok.
Evet, benim pek insan dostum yok. Ama bu, insanlardan nefret ettiğimden değil, neden nefret edecekmişim canım, daha neler! Onlar da yere yatırılıp karınlarının gıdıklanmasından hoşlansalardı kuşkusuz daha iyi geçiniyor olurduk. Kimi kandırıyorum ki, çok yalnızım. Bütün günü araba ve telefon markalarının birbirlerine üstünlüklerini tartışan, araba ve telefon markalarıyla ilgilenmediğim için benden içten içe rahatsız olan insanların arasında akşamın olmasını bekleyerek, buna daha ne kadar katlanabileceğimi hesaplayarak geçiriyorum.
Ayrıkbacak yine orada, jaluziye konmuş, kur yapmakla meşgul. Birden muhabbet kuşlarının o çirkin bağırma sesiyle ortalığı velveleye veriyor. Geçen sefer de böyle yapmıştı, Yankafa geldiğinde. Bizim Yankafa alt kattaki dükkanın tabelasına tırmanıp pencerenin önüne kadar gelmiş, gözleri Ayrıkbacak'a sabitlenmiş vaziyette, dişlerini takırdatarak kuşa niyetleniyordu. O her gün bacaklarıma sürtünen mırnav gitmiş, yerini pencerenin karşı tarafındaki mavi tüylü canlıyı o takırdattığı dişlerinin arasında boğduğunu hayal eden bir canavara bırakmıştı. Ona kızmadım, ne de olsa Afrika'daki akrabalarının ruhunu taşıyor. Nitekim ertesi gün yine yerlerde yuvarlanmaya başlamıştı. O günden beri yaramazlık yaptığı zaman "Bak seni Yankafa'ya veririm" diye tehdit ediyorum Ayrıkbacak'ı. Kalkıp pencereye, yanına gidiyorum, yine Yankafa geldi ona bağırıyor herhalde diye. Çamur yığını gelmiş. Pencerenin önünden bana bakıyor. Tıpkı Yankafa'nın Ayrıkbacak'a baktığı gibi. Onun karşısında acizliği iliklerime kadar hissediyorum. Gözleri olmadığını söylemiştim degil mi? Ama o anda onunla göz göze geldiğime yemin edebilirim.
Ertesi gün. Yine serviste pencere kenarındaki koltuğumda, arabalardan ve telefonlardan hoşlanan iş arkadaşlarımın yanına gidiyorum. Bugün hava bulutsuz. Çamur yığını minibüsün tam yanında, bizimle beraber aynı hızda yol alıyor. Rüzgardan etkilenmiyor gibi görünen yarı akışkan bedeni düne göre biraz daha büyümüş gibi. Anlıyorum ki bundan sonra beni asla yalnız bırakmayacak. Seninle bir alıp veremediğim yok balçıktan yaratık, şimdi var git, rahat bırak beni. Nasıl olsa günü geldiğinde karşılaşacağız.